KUSURSUZ SORUMLULUĞUN TARİHÇESİ
Kusursuz sorumluluk ilkesi makineleşme ve iki dünya savaşı sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu iki olgu istisnai nitelikli tehlikelere ve risklerin sayısal anlamda artmasına sebebiyet vermiştir. Böyle bir durum karşısında hukuk vicdanı (adalet anlayışı) ortaya çıkacak olan söz konusu zararların tazmin edilmemesi vakıasını kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu anlamda, kusursuz sorumluluk için hakaniyet gereği oluşan yargı kararlarının bir eseri olduğu söylenebilir. Ülkemizde bu doğuş ve gelişmeye paralel olarak bu ilke Danıştay’ın içtihatlarıyla oluşup gelişmektedir.
Ülkemizde idarenin sorumsuzluğu ilkesinden, sorumluluğu ilkesine gerçek anlamda geçişin 1961 Anayasasının 114 ncü maddesinde yer alan “idare kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür” kuralı ile olduğu ve 1982 Anayasasının 125 nci maddesinde, bu durumun korunduğu bilinmektedir. Söz konusu anayasal metinlerde ve bu dönemdeki Danıştay içtihatlarında idarenin sorumluluğundan söz ederken genel olarak kusur şartının arandığı yani kusurlu sorumluluk prensibinin ön planda olduğu görülmektedir. Gerçekten 1990’lı yıllara kadar Türkiye’de idarenin sorumluluğu genel olarak hizmet kusuru ilkesine dayandırılmaktadır.
İdare Hukuku alanında idarenin sorumluluğunun dayanağı önceleri hizmet kusuru iken, bu dayanak idarenin üstlendiği hizmetlerin artmasıyla yetersiz hale gelmiştir. Bu durum bir olayda idari kusur olmasa da bazı kayıt ve şartlar altında idarenin oluşan zararı ödemesini sağlayan idarenin kusursuz sorumluluğunun doğuşuna yol açmıştır. Ancak bu ifadeden kusur sorumluluğunun terk edildiği fikrine kapılmak yanlış olur. Danıştay, bir yandan “hizmet kusuru”nun alanını genişletmiş, diğer yandan da kusursuz sorumluluk ilkesini uygulamaya başlamıştır. “Kusursuz sorumluluk kusur sorumluluğuna oranla ancak ikincil derecedeki bir sorumluluk türüdür”. Demek ki sorumluluğa kusurlu bir davranış sebebiyet vermişse kusur ilkesine başvurulacak ancak bu mümkün olmazsa ve ortaya çıkan zarara mağdurun katlanması hakkaniyet ve adalet duygusunu rencide ediyorsa kusursuz sorumluluğa başvurulacaktır. Kusursuz sorumluluk istisnayı teşkil ettiğine göre, dar yoruma tabi tutulmalıdır. Kusursuz sorumluluğun bu niteliği onun “tamamlayıcı nitelikte” olduğunu da gösterir. Bu durum Fransız idare hukukunda “kusurlu sorumluluk kusursuz sorumluluktan önce gelir” özdeyişiyle ifade edilmiştir. Fransız Danıştay’ı kusursuz sorumluluk ilkesini ilk defa 21 Haziran 1895 tarihli Cames kararıyla ortaya atmıştır. Bu karar mesleki bir kaza sebebiyle devletin istihdam ettiği bir işçinin uğradığı zararın tazmini hakkındadır. Bu ve bundan sonra anılan kararlarda özel ve olağandışı zararın aranması yoluna gidilmiştir. Başlangıçta “risk” esasına dayanan bu kuram, sonradan genişletilerek fertlerin “kamu külfetleri karşısında eşitliğin bozulmasından dolayı sorumluluğu” da kapsamına dahil etmiştir. Ülkemizde Fransız Danıştay’ını takip eden Türk Danıştay’ının içtihatlarıyla idarenin kusursuz sorumluluğu ilkesinin oluştuğunu ve geliştiğini söyleyebiliriz. Ancak bu doğuş ve gelişimin takip edilen ülkeye göre geç olduğu görülmektedir.Bu anlamda Danıştay’ın ilk kararı Dava Daireleri Genel Kurulu’nun 16.02.1962 gün ve 1962/108 esas sayılı kararıdır. Söz konusu davada Danıştay şu kararı vermiştir:“Dava, Beyazıt Meydanı ile Aksaray arasındaki yeniden düzenlenmesi sırasında yolun yükseltilmesi üzerine davacıya ait apartman kapısının yol seviyesine nazaran aşağıya düşmüş ve zemin katının kısmen bodrum katına inkılap etmiş olması sebebiyle maruz kaldığı 75.000 liralık zararın tehlike esasına göre tazmin edilmesi dileğinden ibarettir. Amme mükellefiyetleri karşısında fertlerin eşitliği idare hukukunun genel esaslarındandır. Bayındırlık işlerinin ifası neticesinde meydana gelen tesis ve eserler topluluğun faydalandığı bir iktisap teşkil ettiğine göre, bu yüzden ferdin zarara uğraması halinde bu zarar, topluluğun nef’ine katlanılmış bir fedakarlık niteliğini taşıdığı cihetle amme mükellefiyetleri karşısında eşitliği sağlamak için devamlı ve istisnai karakterde olan ferdi zararları telafi etmek hakkaniyet ve nesafetin bir icabıdır. Hadisede Ordu Caddesinin yükseltilmesi neticesinde davacıya ait apartmanın değerinde bir artış olmamakla beraber aynı binanın değerinde bir düşme de husule geldiği ve ayrıca apartmanın kapısının yeniden tanzim edilmesi için davacının bir takım masraflara katlanması gerektiği bilirkişi tetkikatında anlaşılmıştır. Bu zararın kıymet artışıyla mahsubu düşünülemez…. Öte yandan mezkur cadde üzerindeki diğer gayrimenkuller meyanında aynı bayındırlık işi dolayısıyla kıymetleri artan fakat hiçbir zarar görmeyenler bulunabileceği göz önünde tutulursa zararla mahsubu bu itibarla varid olmayacağına ve zararın bayındırlık işinin ifasından ileri geldiği ve devamlı ve istisnai bir mahiyet taşıdığı zahir bulunmasına binaen yukarda belirtilen sebepler dolayısıyla bu zararın idarece tazmin edilmesi tabiidir”.