ENFLASYONSUZ YAŞAMA HAZIR MIYIZ?*
Enflasyonsuz bir yaşamdan söz edebilmek için, yüksek enflasyon oranlarının düşürülmesi ve fiyat istikrarının sürdürülebilmesini sağlayacak kurumsal değişikliklerin gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Siyasi otoritenin yüksek enflasyondan çıkış kararı, parasal önlemler, sıkı bütçe uygulamaları, bütçe kompozisyonlarının değiştirilmesi, kur hedeflemesi gibi politikalara dayandırılabilir, kısa vadede olumlu sonuç da alınabilir. Ancak, sağlanan dönemsel iyileştirmeler yapısal önlemlerle desteklenemezse enflasyon oranındaki düşüş, sürdürülemez.
Burada hemen altının çizilmesi gereken husus, enflasyonun düşürülmesi yani fiyat istikrarının sağlanması ile fiyat istikrarının sürdürülmesi birbirinden farklı önlemler grubu gerektirir. Yetmişli yılların başından itibaren hepimizin bildiği bir süreçte göreli olarak yüksek ve kalıcı enflasyon oranlarının yaşandığı ülkemizde, 2000 yılında kur çıpasına dayalı ve IMF destekli bir istikrar planı uygulamaya koyuldu, bu plan Eylül 2000 ve Şubat 2001 krizleri sonunda ortadan kalktı, 2001?de yürürlüğe koyulan ?Güçlü Ekonomiye Geçiş Planı? ile de 32 yıl aradan sonra tek haneli yıllık enflasyon rakamları ortaya çıktı. Enflasyon , fiyatlar genel düzeyindeki sürekli ve kalıcı artışlar olarak tanımlanabilir. Bu, genelde üzerinde fikir birliği olan bir tanımdır. Yine üzerinde fikir birliği olan, en azından görünürde itiraz edilmeyen, diğer bir husus ise enflasyon kötüdür. Peki ama niye kötüdür? Şöyle düşünelim; Teorik olarak mümkün görülmemekle birlikte, bir ülkede düzenli olarak aynı enflasyon oranının gerçekleşmesi durumunda, aslında bunun sadece para yanılsaması yaratacağını düşünüyorum. O halde şunu söylemek gerekir ki, enflasyon kötüdür ama enflasyonun bizatihi kendisinden ziyade yarattığı belirsizlik kötüdür. Çünkü hem finansal yatırımcılar hem de sabit sermaye yatırımcıları, getiri oranlarını belirlerken, reel getiri oranlarına beklenen enflasyon oranları ile risk primini eklemektedir. Beklenen enflasyon oranının büyümesine bağlı olarak risk primi de büyümektedir. Risk primini büyüten bir başka etken de ? Enflasyon belirsizliğidir?. Yıllar itibariyle belirgin olarak farklı enflasyon oranlarının gerçekleştiği bir ülkede, enflasyon belirsizliği büyümektedir. Bunun sonucunda , ekonomideki aktörler, geçmiş dönem enflasyon beklentileri ile gerçekleşmeler arasındaki farkları izleyen dönemin enflasyon beklentilerine yansıtmaktadırlar. Enflasyon belirsizliği üzerine yapılan çeşitli çalışmalarda, enflasyon belirsizliğinin enflasyona katkıda bulunduğu amprik olarak görülmüştür. 24 ülkede yapılan bir çalışmada, içlerinde Türkiye?nin de bulunduğu 9 ülkede, enflasyon belirsizliğinin enflasyona neden olduğu gözlenmiştir. Özellikle, Eşik Enflasyonun üzerinde pozitif ilişki nettir. Tartışılması gereken diğer bir husus, Enflasyonist süreçten çıkışta neler beklenmelidir? Enflasyonun düşmesinin hangi kararları hangi açılardan etkileyeceğini bilmek, sürecin anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Enflasyondan çıkış dönemlerinin muhtemel etkilerini tahmin etmeye ve Türkiye?de enflasyonun ciddi düşüşler gösterdiği 2003?ün ikinci yarısından itibaren gözlenen gelişmelerle karşılaştırmaya başladığımızda ilginç sonuçlarla karşılaşıyoruz;
1. Enflasyon düşüş sürecinde nominal faizler ve reel faizlerin düşmesi beklenir. Ülkemizde de -reel faizler hala çok yüksek olmasına rağmen- faizler hem nominal hem de reel olarak düşmüştür. Bunun somut yansıması olarak 2003 bütçesinde, gelir tahminleri tutturulamadığı halde, başlangıç ödeneği 65.5 katrilyon olan faiz ödemeleri 59 katrilyonda kaldığı için FDF hedefinin tutturulmasıdır.
2. Enflasyon oranlarındaki düşüşün tüketimi arttırması beklenmelidir. Türkiye?de de faiz oranlarının düşüşü aşırı değerlenmiş dövizlerin gerilemesi ile birleşerek tüketimde artış sağlamıştır. Tüketici kredilerinin hacminde 2003? ün ikinci çeyreğinden itibaren görülen büyük sıçrama bunu doğrulamaktadır. Dünyada diğer dezenflasyon programlarında yaşanan örneklerde, bunu bir durgunluk döneminin takip ettiği gözlenmiştir.
3. Dezenflasyon sürecinde bankaların aktif ve pasif yapılarının değişmesi beklenmelidir. Enflasyonist süreçte ulusal paralardan yabancı paralara kayan mevduatın dezenflasyonist süreçte ulusal paraya geri dönecektir. Türkiye?de de bu gelişme gözlenmekte, Temmuz 2002?de toplam mevduat içinde %50 payı olan D.T.H. Nisan 2004?de 29.2?ye düşmüş,TL mevduatının toplam mevduat içindeki payı % 70.8?e çıkmıştır. Yani tersine bir anlamda para ikamesi gerçekleşmiştir. Mevduattaki bu değişikliğin yanı sıra plasmanlarda da düşen borçlanma faizleri nedeniyle DİBS ağırlığının azalması beklenmelidir ki, bu da gözlenen diğer bir sonuçtur.
4. İşletme teorisi bakımından ise kâr marjlarının azalması, işletme sermayesinin önem kazanması, firma tasfiyesi, fiyat ayarlamalarının zorlaşması, yabancı finansman olanaklarının artması gibi bazıları arzu edilen bazıları ise arzu edilmeyen diğer sonuçlar da beklenmelidir. 5. Dezenflasyonist süreçte fiyat yapışkanlıkları nedeniyle sektörler arasında enflasyon oranı gerilemelerinin farklılık göstermesi beklenir. TEFE? nin % 29?dan %20 ye düştüğü dönemde sanayi sektörü için TEFE % 15,5?a düşmüşken hizmetler sektörü için % 24 e gerilemiştir. Esasında Türkiye, hem enflasyonist süreç bakımından, hem de mücadele bakımından belirli bir birikime sahiptir. 2000 yılında yürürlüğe koyulan programın iki ardışık krizle sona ermesinin ardından, temel değişken olarak ?Merkez Bankası Net Yurtiçi Varlıklar? seçilmiş olması şiddetle eleştirilmiştir. Kanımızca haklı olan bu eleştirilerin yanısıra, program iki açıdan daha eleştirilmelidir: Bunlar, programın içine erken uyarı görevi görecek ikincil bir değişkene bağlı performans kriteri yerleştirilmemesi, temel değişkene bağlı olarak değerlenen TL nin programdan çıkışta seyrini açıklayacak bir ?çıkış mekanizması? bulunmamasıdır. Maalesef, Türkiye yanlış temel değişken seçimi, ikincil değişken belirlenmemesi ve son olarak programdan çıkış mekanizmasının olmaması nedenleriyle çok ağır bedeller ödemiştir. Bütün eleştirilerin yanısıra, aslında 2000 programı başarısızlığına rağmen enflasyondan çıkış mekanizmaları hakkında çok önemli ipuçları vermekte .
Enflasyonun kişisel olarak en açıklayıcı bulduğum tanımı olan ?fiyat artışlarının içselleştirilmesi? kavramının işaret ettiği gibi enflasyonun birincil kaynağı sürekli kamu açıklarıdır. Bu ise sözü edilen yapısal değişikliklerin ana alanına işaret etmektedir(Kamu açıkları nedeniyle oluşan mali baskınlık olmasaydı parasal genişleme sürekli enflasyon üretemezdi). Değişiklik gerekliliği, diğer alanlarda gerekli tüm kamusal düzenlemeleri de kapsayacak şekilde kamu finansmanını işaret etmektedir. Kısa dönemde Kamu finansmanı sorunu, faiz oranlarının mutlak değer olarak % 24 e kadar düşmesiyle göreli olarak rahatlamış gözükse de, DİBS reel faizin % 15?in üstüne çıkmasıyla yeniden kritik bir hale gelmiştir. Çünkü % 6,5 FDF matematik modellemenin bir sonucu olup reel faizin %15?in altında kalması durumunda sağlanabilecektir. Bu günlerde %30 civarında seyreden DİBS faizleri, % 12 TEFE hedefi ile kıyaslandığında % 18 reel faiz anlamına gelmektedir ki bu oran çok yüksektir. Bu seviye, nominal faiz içerisinde oransal olarak da yüksek reel faize işaret etmektedir; reel faiz nominal faizin yaklaşık % 60?ıdır. Bu ekonomideki risk priminin hala çok yüksek olduğunu göstermektedir. Belkide bu risk değerlendirmesini ?Kamu Borç Stokunun Sürdürülebilirliği? ile birlikte düşünmemiz gerekir.
-Kamu borç stokunun GSMH?a oranı hafif bir düşüş gösteremiş,
-Faiz oranları düşmüş, -Ortalama vade uzamış olmakla birlikte, 2002 ve 2003?de GSMH?ya oranı aşağı yukarı aynı düzeyde olan Kamu Borç Stoku hala ciddi olarak kırılganlığın kaynağıdır.
Bu kırılganlık kendisini sık sık siyasi nedenlere bağlı olarak hissettirmektedir. Türkiye, yüksek enflasyonun hiper enflasyona dönüşmediği belki de tek ülke. Bunun nedeni, devletin senyoraj gelirlerinden vazgeçmesi bedelini de üstlenerek, kamu açıklarını parasal genişleme ile değil, borçlanma ile finanse etmesidir. Hiper enflasyonunun engellenmesi bakımından bir başarı olarak görülebilecek bu sonuç, yüksek ve giderek daha yüksek reel faiz oranlarıyla sağlanabilmiştir. Bu süreç ise kamu açığı -faiz- daha yüksek kamu açığı-daha yüksek faiz döngüsünü yaratmıştır. Oysa Kamunun finansmanında en önemli kaynak vergilerdir. Türkiye?de Vergi yükü OECD ortalamasına yakın olmasına rağmen hem kaynak olarak radikal biçimde değiştirilmeli hem de kompozisyon olarak değiştirilmelidir.
Geçici olarak alınan bir defaya mahsus vergiler, vergi aflarının getirdiği tutarlar temizlendiğinde vergi yükü önemli ölçüde düşmekte. Toplam vergi gelirlerinin kompozisyonu ise bir felaket durumda: Dolaysız vergilerin toplam vergi gelirlerine oranı % 20 nin altında, dolaysız vergilerin yükümlülerinin temsil ettiği sanayi ve hizmet sektörlerinin gsmh dan aldıkları pay ise % 60 ın üzerindedir. Salt vergisel bakımdan bile devasa bir sorun olan kayıtdışılığın sadece vergisel bir olgu olmadığını, kayıtdışılığın toplumsal hayatımızın sonuçlarını ölçülebilirlik sınırları dışına taşıdığını unutmamalıyız. Uzun sayılabilecek bir süredir sadece personel ve transfer ödeneklerinin toplamından oluşan bütçeler yapan ülkemiz, yakın bir gelecekte yenileme yatırımlarını yapamamak nedeniyle daha büyük maliyetli ?yerine koyma? yatırımlarıyla karşı karşıya kalabilir. Düşük enflasyonun sürdürülmesi için en önemli unsurlardan biri verimlilik artışıdır. 2003 ün ikinci yarısından itibaren kapasite kullanım oranlarının yükselmesi, mali sektörün yeniden yapılanması, İstanbul yaklaşımına bağlı olarak reel sektör mali sektör ilişkilerinin restorasyonu gibi bir takım nedenlerle verimlilik artışı sağlanmıştır.
Ancak, Nisan 2004 itibariyle %75 olan kapasite kullanma oranlarının çok daha fazla yükselmesi beklenmemelidir. Hem verimlilik artışının sağlanabilmesi, hem de yerine koyma maliyetinden kaçınabilmek için kamunun alt yapı yatırımlarına kaynak tahsis edebilmesi gerekir. Altyapı yatırımları gerekliliğinin bir başka nedeni büyümenin sağlanmasıdır.Türkiye, 1996 dan beri büyüyemektedir. Sabit fiyatlar ile gsmh 1996 ile 2002 arasında adeta aynıdır. Nüfus artış hızının temizlenmesi durumunda ise 1992 ile 2002 rakamları nerdeyse eşittir. Büyüme aslında kamu borcunun çevirilebilirliği veya sürdürülebilirliliğini de rahatlatan bir süreçtir. Kamu borcunun sürdürülebilmesini açıklamaya çalışan tüm modellerin kritik değişkenler belirlenirken – ki kiminde FDF kiminde ise vergi oranıdır- büyümenin kritik değişken üzerindeki etkisi modele dahil edilir.Türkiye daha rasyonel büyüme stratejileri üretemek zorundadır. Yüksek enflasyon bulunan ve yüksek enflasyonun görece kalıcı hale geldiği bir ülkede, yüksek enflasyona bağlı olarak bir takım ?iktisadi davranış kalıplarının? gelişmesi kaçınılmazdır ki Türkiye?de de bu gözlenmektedir.Bu iktisadi davranış kalıpları Enflasyonist sürecin uzunluğu ile doğru orantılı olarak katılaşır ve kırılması zorlaşır.Dolayısıyla, enflasyonla mücadelede bu davranış kalıpları da ayrıca dikkate alınmalıdır. Kısa dönemde yapılacak şeylerin yanısıra uzun dönemde değiştirilmesi gereken anlayış ise; Kamu varolması gereken alanlarda gereği kadar var olamamakta, var olmaması gereken alanlarda ise gereğinden fazla varolmaktadır. Türkiye?nin kamu bütçesi, harcayabileceğinin en azını harcayarak kaplayabileceği alanın en çoğunu kaplamaya çalışmaktadır. Konsolide bütçe büyüklüklerinin mali olmayan KİT bütçeleri ile genişletilmesi GSMH nın % 70 inden fazlasının harcama yoluyla kamu tarafından kontrol edildiğini göstermektedir. Doğal olarak bu ise hem ekonomide kaynak tahsisini bozmakta, hem de kamu hizmetlerinde ciddi kalite sorunları yaratmaktadır. Kamu, belli alanlarda büyürken belli alanlarda küçülmeli, kural koyan, kuralı ?enforce? eden, denetleyen, fonksiyonel bağımsızlığı olan kurumlarla siyasal etkiden uzak işleyişin sağlandığı etkin, verimli ve şeffaf devlet yapısına kavuşmalıdır. Kurumların tümü, üç temel dolaşım olan mal dolaşımı, insan dolaşımı, para dolaşımından en az biriyle ilgili olarak oluşturulurlar. Devletlerin varlık nedeni ise, bu üç dolaşımın üçünü de belirlemek, etkilemek düzenlemektir. Ülkemizin sınırları bu üç dolaşım bakımından da delik deşiktir. Toplumsal hayatımızı oluşturan faaliyetler ölçülebilirliğin dışına taşmış durumda; ihracat-ithalat rakamlarımıza şüphe ile bakıyouz, nüfusumuzu bilmiyoruz, kadastro tamamlanmamış durumda. Belki de ülkemiz açısından temelde kamu finansmanını gözeten bir anlayışla kamu düzeninin yeniden yapılandırılması sürecini başlatmak gerekmektedir. Bu gereksinimin düşünsel altyapısı kamu örgütlenmesinin yeniden yapılandırılması, Jean Jaques Rousso?nun kullandığı anlamda ?Toplumsal Sözleşmenin? yenilenmesidir.
NEJAT ELALDI Baş Hesap Uzmanı
kaynak:vergi dünyası dergisi